İran seçimleri ve arkasındaki gelişmelere yönelik yorumlara bakıldığında birbirine zıt ve çelişkili analizler görmekteyiz. Temel eksikliği bütüncül bir bakış açısının ortaya çıkarılamaması oluşturulmaktadır. Aslında İran’daki siyasi, toplumsal ve ekonomik hayatın karmaşıklığı, kapsayıcı bir yorumu ciddi şekilde zorlaştırmaktadır. İran’daki herhangi bir gelişmeyi yorumlarken seçilebilecek tüm kavramlar İran’ı anlatmak konusunda yetersiz ve İran’a yabancı kalacaktır. Görelilik, İran siyasi ikliminin en bariz özelliğidir. Bilinen her bir kavram, İran sınırları geçildiğinde farklılaşmakta ve başka kavramlarla da desteklenmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle, İran’daki siyasi gerçekliği teşkil eden çelişik ve zıt katmanları önce birbirinden ayırt etmek ve ardından bütüncül bir çerçevede yorumlamak gerekmektedir.
İran’daki son dönemdeki gelişmelere yönelik iki tür bakış açısı mevcuttur. Birinci tip analizde, var olan sorunlar siyasi sistem (devlet) içi bir çatışma ve kriz olarak görülmekte ve siyasi iktidarı oluşturan eğilimler, gruplar ve dinamikler temel alınmaktadır. Bu bakış açısına göre gelişmeler, sistem içi çatışmanın bir sonucu olması sebebiyle rejim değişikliğini hedefleyen bir olgu değildir. Bir anlamda rejim içinde gerçekleşen bir iktidar mücadelesinin söz konusu olduğu değerlendirmesi yapılmaktadır. Diğer tür yorum ise İran’daki çatışmanın, rejim içi ihtilafın çok ötesinde ve açıkça dillendirilmese de rejim değişikliğini hedefleyen yeni bir devrim süreci olduğu şeklindedir.
İran’daki siyasi gerçekliği daha doğru analiz etmek için bu iki bakış açısını birleştirmek gerekmektedir. İran söz konusu olduğunda, sokaktan yola çıkarak sistem içi çatışmayı anlamak mümkün olmadığı gibi, sistem içi çatışmadan yola çıkarak da toplumsal gösterileri anlamak olanaklı değildir. Bunların örtüştüğü alanlar olsa da, aslında aynı zeminde gelişen olgular değildirler. Bu nedenle devlet içi çatışma ile toplum ve devlet arasındaki çatışmayı birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Farklı eğilimleri olan topluluk ve gruplardan oluşmakta olan İran’da sistem içi denge bunların birbirini kabullenmesi ile sağlanabilmiştir. Bu da, ancak seçimlerle veya dini liderin (Velayet-i Fakih) müdahaleleri ile mümkün olmuştur. 1979’dan sonra gelinen noktada, devlet içinde yaşanan fikir ve çıkar farklılıkları, dengeyi bozmuş, rejimi oluşturan grupların birbirlerini kabul edebilecekleri noktanın aşılmasına sebep olmuş ve var olan devlet mekanizmasının da bu zıtlığı yanıtlayacak bir kapasitesi olmadığı anlaşılmıştır. 1979 sonrası ortaya çıkan bu fikir ve çıkar farklılıklarını bir arada yaşayabilir halde tutmak yani birbiriyle bağdaştırmak için sistem ya reforma giderek genişlemek ya da yeni bir tasfiye sürecine girmek durumundaydı.
İran devleti içindeki ayrışmalarda, ekonomik ve siyasal iktidar mücadelesi her geçen gün tırmanmaktadır. Sınıfsal köken itibarı ile bakıldığında bugün İran’da asıl çatışma, sanayi ve ticaret burjuvazisi ile askeri kompleksten beslenen ve devletin rantı ile ortaya çıkan yeni orta sınıf arasında sürdürülmektedir. Bu çekişme “nasıl bir din devleti olmalı” sorusuyla kendini ideolojik düzlemde göstermiştir. Sanayi ve ticari burjuvazisi daha ılımlı ve dünyaya bütünleşmiş bir İslam cumhuriyeti isterken; askeri kompleks ve devlet rantı ile ortaya çıkan yeni ekonomik, dini ve siyasi tabaka, Batı’ya meydan okuyan bir İslami adalet devleti arzulamaktadırlar. İran gibi ülkelerde sermayenin iktidardan beslendiği düşünüldüğünde, Devrimin oluşturduğu ilk sermaye grupları ile yeni oluşturulan gruplar arasındaki çatışmanın varlığından bahsetmek yanlış olmaz.
İran Devrimi özgürlük, adalet ve bağımsızlık söylemi ile ortaya çıktı ve bu sloganların İslam cumhuriyeti içinde kabul görebileceği düşünüldü. Çok kısa sürede özgürlük söyleminin gerçekleşmeyeceği anlaşıldı. Nitekim rejimin, toplumsal yaşam ve fikir özgürlüğü konularında totaliter devlet özelliklerini gösterdiği açıktır. “Adalet” devrimin en önemli sloganı idi. Ancak devrim, örneğin gelir dağılımında adaleti sağlamakta başarılı olamadı. Devletin ekonomi politikasının şeffaflıktan uzak, denetime kapalı ve hesap sorulamaz olması, ekonomi ve siyasi iktidar alanlarının iç içe girmesi, dış politikadaki gerginlikler, hızlı nüfus artışı ve ekonomik kalkınmanın durması devletten beslenen bir zengin sınıfın yanında fakir bir tabaka da oluşturmuş oldu. Devletin ekonomi-politiğinin piyasa ve devletçi ekonomik yapı arasında sarkaç yapışı, bir taraftan devletten beslenen zengin sınıfı oluştururken diğer taraftan da geniş bir yoksul kesimin oluşmasına sebep olmuştur. Bağımsızlık ve anti Amerikancılık söylemleriyle ile sürekli seferberlikte tutulan toplum, devletin bu konudaki politikalarına karşı da kuşku beslemeye başladı. Devrimdeki bağımsızlık sloganı “Batı’yla düşmanlık”, “Komşuları korkutmak” ve “Dünyaya meydan okumak” değildi. Hedeflenen daha çok Musaddık’ın öne sürdüğü “olumsuz denge” (muvazen-e Menfi) olarak da adlandırılan eşitlik ve sultadan uzak bir ilişki arayışı idi. Bu slogan zaman içinde rejim tarafından değişime uğratıldı ve Batı’yla düşmanlığa çevrildi. Bu durum İran toplumunun isteği değildi ve her türlü manipülasyona açık idi. Nitekim rejim, 30 yıldır Amerikan karşıtlığı sloganını kullanmak suretiyle her türlü siyasi isteğe olumlu yanıt vermekten kaçınmaktadır. İran toplumu açısından bakıldığında rejimin Batı karşıtlığı görüntüsü, “eşitlik ve sultadan uzak” bir ilişki arayışından uzaklaşarak rejim bekasının sürdürülmesi aracına çevrilmiştir. Bu nedenle Batı karşıtlığı, toplum içi siyasi işlevi ciddi şekilde zayıflamıştır. İran toplumu nazarında rejim, devrimin asli hedeflerinden uzaklaşmıştır ve devleti elinde bulunduran kesimin de bu hedefleri gerçekleştirme niyeti yoktur. İran’daki kadın, işçi ya da toplumun çeşitli gruplarının veya etnik köken çıkışlı hareketlerin özgürlük-demokrasi taleplerinin temelinde de aslında devrimin hedeflerini oluşturan ilkelerin söz verildiği şekliyle hayata geçirilmesi çağrısı bulunmaktadır. Söz konusu taleplerin devlet tarafından olumlu yanıtlanmaması da bu bağlamda anlam ifade etmektedir.
İran toplumunun talepleri ile siyasi iktidar alanında çatışan bazı grupların talepleri benzerlik içerse de özünde birbirinden farklıdır. İran halkı dinsel bir yönetim içinde bağımsızlık, özgürlük ve adalet isteklerinin gerçekleşmeyeceğini düşünmektedir. Ancak İran toplumunda farklı olarak Musevi ve Hatemi gibi şahsiyetler bu isteklerin İslam cumhuriyeti çerçevesinde geçekleşmesinin mümkün olacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla reformcular ile İran toplumu, rejimin beklentileri karşılamadığı noktasına dek aynı zemindeler ancak iyileştirme için ortaya atılan çözüm formülünde ciddi farklılaşma göstermektedirler. Rejimin onların isteklerini karşılamayacağını düşünen İran toplumunun yeni bir rejim modeli arayışı içinde olduğu açıktır. Ne var ki, yeni rejim arayışının olmasına karşın İran toplumu yeni bir devrime de bir siyasi olgu olarak olumlu bakmamaktadır. Bu da İran toplumu için ciddi bir paradoks anlamına gelmektedir.1890’dan itibaren İran birçok isyan ve devrime tanıklık etti. Ancak bağımsızlık, özgürlük ve adalet gibi temel arayışlarına ulaşamadı. Bu nedenle yeni bir devrim ile amaçlarına ulaşacakları konusunda kuşkulular. Bir taraftan rejim değişikliği isterken diğer taraftan ise yeni bir devrimin “yine” istedikleri sonucu vermeyeceğini düşündükleri için toplumsal bir çıkmaza girmiş durumdalar. Dolayısıyla İran toplumu bugün rejim içinde kalan ve ancak zamana yayılacak aşamalı bir değişim modeline kendini daha yakın hissediyor. Bu açıdan bakıldığında rejim içi ihtilaf ve çatışma İran’ın demokratikleşmesi stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
Ahmedinecat’ın zaferiyle sonuçlanan bu seçim, halkın siyasi eğilimlerini baltalamış gibi gözüküyor. Esasen bu süreçte rejim, bir taraftan iç ihtilafları kabullenmek istemediğini gösterirken diğer taraftan ise rejim içi demokratik mücadele olgusunun başarılı olmayacağını da ispatlamıştır. İran’da rejim içi ihtilaflarda ve devlet-toplum arasındaki ilişkide asıl kırılma ise, bu noktadan başlamaktadır.
http://www.turksam.org/tr/a1706.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder